İki gün önce paylaştığım bir alıntı bugün çok daha somut, acı bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor. Konfüçyüs’ün işaret ettiği gibi: “Halk yasalarla yönetilir ve cezalarla yola getirilmeye çalışılırsa, onlar kendilerini cezalardan kurtarmaya çalışacaklar; ama hiç utanç duymayacaklardır. Onlar erdemle yönetilir ve terbiye gerekleriyle yola getirilmek istenirse, utanç duyacaklar ve böylece iyi olmaya çalışacaklardır.” Bu sözler artık yalnızca felsefi bir hatırlatma değil; toplumsal bir alarm zili olmalı.
Günümüzde gördüğümüz çarpıcı olgu şu: İnsanlar davranışlarını sadece yasaların öngördüğü cezalar ışığında biçimlendiriyor. Bir hata yaptığında, suç işlediğinde veya yolsuzluğa karıştığında ilk akla gelen şey “cezadan nasıl kurtulurum?” oluyor. Vicdan, utanç, sorumluluk — yani insanı iyiye yönlendiren içsel mekanizmalar — geri plana itiliyor. Sonuç: Kuralların boşlukları, ilişkilerin gücü ve paranın sağladığı koruyuculuk ile birlikte adalet mekanizmalarını manipüle edebilenler, toplumsal yaşamı zehirliyor.
Bu durumun sonuçları herkesin görebileceği kadar açıktır. Hukuk kitaplarında her şey yazılı olabilir; ama insanın yaptığı her davranışın, her kirli pazarlığın, her iftiranın doğuracağı ahlaki yük, kanun metinlerinde değil kalbimizde saklıdır. Eğer biz toplum olarak çocukluktan itibaren vicdanı, erdemi, utanmayı ve adaleti içselleştiren bir eğitim sistemini inşa etmezsek — sadece “yasa-içi kal” öğüdüyle yetinirsek — insanlar yaşamlarını biçimlendirirken yalnızca cezayı hesaplayacaklardır
Bugünün olayları, bu hastalığın ne kadar yayıldığını gösteriyor: Bazıları için bir telefon, bir bağlantı, bir avukat hamlesi cezadan kurtulmanın anahtarı oluyor. Kimi güce dayanarak ceza mekanizmalarının dışında kalabiliyor. Hatta akıl almaz bir şekilde, vicdani sorumluluktan kurtulmanın yolları arandığında toplumun gözü korkuyor, normalleşiyor. Bu normalleşmenin en tehlikeli olanı: Yanlışın doğru muamelesi görmesi.
Peki çözüm nedir? Önce söyleyelim: Yalnızca daha sıkı yasalar ya da daha ağır cezalar yeterli olmayacak. Yasa ile düzenlenemeyen, ancak bir toplumun ruhunu ayakta tutan erdemleri nasıl tesis edeceğiz, onu düşünmeliyiz. Bunun için birkaç somut adım gerekli:
Bunlardan bir tanesi Erdem temelli eğitim; Okullarda sadece müfredat bilgisi değil; empati, sorumluluk, doğruluk ve utanma duygusunu geliştiren programlar zorunlu olmalı. Ahlaki muhakeme pratiği küçük yaşlardan itibaren verilmeli.
Bunun yanında Rol modellerin sorumluluğu; Kamu görevlileri, siyasetçiler, iş dünyası liderleri ve hukukun temsilcileri, sadece kanuna uymakla kalmayıp etik standartlara uygun davranmalı. Toplum liderleri, çocukların aynasıdır.
Tabi ki vazgeçilmezlerimizden olan şeffaflık ve hesap verebilirlik; güç odaklarının hesap vermesini sağlayacak mekanizmalar işletilmeli; bağışlar, atamalar, karar süreçleri daha görünür olmalıdır. Şeffaflık, suç imkânlarını azaltır.
Ve belki de yok olmaya yüz tutmuş olan toplumsal vicdanın canlı tutulması; Medya, sivil toplum ve eğitim kurumları, utanmayı, sorgulamayı ve eleştirel düşünmeyi teşvik eden bir dil kullanmalı; linç ve iftira yerine hakikat ve adalet öncelenmelidir.
İçinde bulunduğumuz tablo ağır; ama şikâyetle yetinmek çözüm değil. Konfüçyüs’ün işaret ettiği doğru yere bakmalıyız: İnsanları yalnızca ceza korkusuyla değil, erdem ve terbiye ile yola getirecek bir toplum inşa etmek zorundayız. Bunun yolu yasaları daha da sertleştirmekten değil; vicdanı, empatiyi, utanma duygusunu ve sorumluluğu yeniden büyütmekten geçer.
Eğer bunu başaramazsak, bugün gördüğümüz “yasadan kaçma” refleksi, yarının normali haline gelecek — ve o zaman hukuk yalnızca bir kâğıt parçası olacaktır. Bu anlamda bizim seçeneğimiz ise daha farklıdır; “Hem kanunlara saygı, hem de vicdana sahip çıkan bir toplum.” Bunun için şimdi konuşmak, tartışmak ve harekete geçmek gerekiyor. Ne dersiniz? Konuşmaya ve harekete geçmeye geç kalmadık mı? Ya da hep beraber susmaya devam mı edeceğiz toplum olarak…!
Ömer KACAR
Eğitim Gücü Sen
Merkezefendi İlçe Temsilcisi